64’ler’den Abdurrahman Pala ile Röportaj

Röportajlar içinde tarafından yazıldı

64’ler’den Abdurrahman Pala ile Röportaj

Ben: Biz sizi daha çok 64’ler’in sahibi olarak tanıyoruz ama kendinizi bize tanıtabilir misiniz acaba?
ap3
Abdurrahman Pala: Evet, doğru. Bilgisayar meftunu çocuklar beni 64’ler dergisinin sahibi olarak tanıyorlar. Ben 1953 Manisa doğumluyum. Bir köy çocuğuyum. Ortaokul çağlarında İstanbul’a geldim. İstanbul’da bir taraftan okurken, bir taraftan çalışmaya başladım. İlk işim Yeni İstanbul gazetesinde idi. Yeni İstanbul gazetesinde başlayan gazetecilik hayatım, Hergün, Milliyet, Ortadoğu, Tercüman, Türkiye ve diğer gazetelerde devam etti. 1980’de Tercüman gazetesinde iken, Tercüman gazetesinin sıkıyönetim tarafından kapatıldığı bir dönem vardı, o arada reklam ajansı açmıştım. Önce Dost Reklam’dı adı, sonra Safa Tanıtım Reklam Ajansı olarak şirket haline dönüştürdüm. Safa Tanıtım Reklam Ajansı bünyesinde daha çok reklam matbua işleri yapıyorduk, reklamcılık hizmeti veriyorduk ama gönlümüzde hep, bilgisayar nesline, batılı çocuklara göre geride kaldığına inandığımız Türk çocukları için bilgisayar alanındaki boşluğun kapatılması gerektiğine inanıyorduk. Ortada da doğru dürüst yayın yoktu. Bu yüzden önce MSX Bilgisayar diye bir dergi çıkardık. MSX Bilgisayar dergisini çıkardık ama içinde güzel şeyler yazdığımıza, güzel bilgiler aktardığımıza inanmamıza rağmen çok fazla talep bulmadı. Özellikle çocuklar buna çok ilgi göstermediler. O zaman da piyasada Amstrad’lar vardı, Sinclair’ler vardı, Commodore vardı, Atari vardı, birçok oyun konsolu vardı. Ama MSX bir sistem olmasına rağmen çok fazla talep bulmadı. Bunun üzerine Tayfun Tözen diye bir arkadaşımız vardı, o geldi dedi ki, “Abi yanlış yaptın. Eğer bilgisayar alanında çocuklara katkı sağlayacak birşey yapıyorsan, yapman gereken Commodore dergisidir,” dedi. Teleteknik şirketi, Commodore’un Türkiye mümessiliydi ve onların Commodore diye bir dergileri vardı. Biz “Commodore” diye bir dergi yapamazdık. Bunların ortak ögesi nedir diye baktık. Hepsinin ortak ögesi 64K bilgisayarlar olmasıydı. Buradan hareketle “64’ler” diye, dergimizi çıkardık. Ve 64’ler dergisi, ilkel şartlarda, çok mütevazı şartlarda çıkan ilk sayısından son sayısına kadar büyük bir gelişme kaydetti. Yaklaşık 4,5 sene gibi bir süre yayınlandı. Her sayıdan bir tanesini arşiv diye sakladım, bir de ciltlettim onları. Ciltli olarak duruyor. 64’ler’in hikayesi böyle…

Ben 64’ler dergisinde çocukların “Apo Abi”siydim. Onlarla iyi bir diyalog kurmaya, onlara bu soğuk aleti sevdirmeye çalıştık. Mücadelemiz, katkımız oydu. O yüzden, battık, zarar ettik, şirketlerimiz iflas etti ama olsun, manevi hazzı bize yetiyor…

Ben: Kaç sayı çıkardınız MSX dergisini?

AP: 3 sayı çıkardık. 3 ay devam ettik. 1988’in ocak ayında çıktı, ocak-şubat-martta MSX’i yayınladık, Nisan’88’de de 64’ler’i yayınladık.

Ben: 64’ler’i hazırlarken örnek aldığınız bir dergi var mıydı?

AP: Yok, tamamen bizim tasarımımızdı. Eski gazeteci olmak hasibiyle, gazete sayfa düzeni yapardım. O işte çalışır olmak itibariyle kendi şartlarımızla, kendi imkanlarımızla tasarlıyorduk. O gün Türkiye’de matbaa teknolojisi de bu kadar gelişmiş değildi…

Ben: Bugünden bakınca da çok ilkel duruyor. Herhalde kendiniz elle tasarlıyordunuz sayfaları… AP: Evet, pikaj yapıyorduk. Şöyle anlatayım, toplu IBM’ler vardı. Daktilo gibi makinelerde (daktilonun biraz daha gelişmişiydi) onları yazıyorduk belli ölçülerde, o yazdıklarımızı daha sonra kağıda çıktı alıyorduk laser printer’dan, o çıktı aldıklarımızı makasla kesip pikaj yapıyorduk. Yaptığımız pikajları daha sonra filme aktarıyor, öylece basıyorduk. İlk sayılarımızı öyle bastık. Daha sonra, sağolsun, Amiga imdadımıza yetişti. Amiga ile sayfa düzenimizi yapmaya başladık. Derlenip toparlandığımız, gerçekten yüzüne bakılabilir bir dergi yaptığımız yıllar, Amiga’nın bize bir katkısıdır. Artık eski matbaa teknolojisi yerine Amiga bilgisayarla dergiyi yapmaya başladığımız zaman, işin çehresi de değişmiştir. Dergi de yüzüne bakılır bir hal almıştır.

Ben: Derginin satışı ne seviyedeydi, hatırlıyor musunuz?

AP: 64’ler dergisi kendi sahasında bir rekorun sahibidir. Yayınlandığı dönemde 8642 adet satışla rekoru vardır. O yıllarda hiçbir sektörel dergi bu rakama ulaşabilmiş değildir.

Ben: Diğer Commodore ya da Amiga Dünyası dergileri dahil olmak üzere…

AP: Onlar dahil hiçbirisi…Commodore zaten 3000 tane basılıyordu. Basan matbaa, arkadaşımızdı. 1000-1500 tanesi satılıyor, bir miktar da Teleteknik bayilerine gönderiliyordu. Biz 2000 satarak başladık. İlk sayımızı [Nisan’88] 2000 bastık, mayıs sayımızı 3000 bastık. Ve 1988 senesini 3000’le tamamladık. 1989 senesinde önce 5000, sonra 6000 sonra 10000 basmaya başladık. Son sayılarımızı 10000 basıyorduk ve en son, kapanmamıza yakın tiraj rekorumuz 8642 adet satıştı ki, o günkü sektörel bazda rekordu. Yani hiçbir sektör dergisi, kimi alırsan al, muhasebeciler, sanayicisi, ilaççısı veya bir başka biri, sektörel bazda yayınlaman dergilerin hiçbiri (ki o günlerde Emniyet Genel Müdürlüğü’nden izin alınmış yaklaşık 45’e yakın sektörel dergi vardı) hiçbirisinin satışı bizim rakamlarımıza ulaşmamıştı.

Ben: Yazar kadrosu hakkında ne söyleyeceksiniz? Yazarların çoğu daha çocuk yaşta idi sanırım…

AP: Evet, zaten başarımız odur. 64’ler dergisinin başarısı sadece Abdurrahman Pala değildir. Profesyonel bazda işe sahip olan kişi bendim, Abdurrahman Pala idi, doğru. Sahibi bendim, şöförü bendim, amelesi bendim, kağıtların hamallığını yapan kişi bendim ama benim yazar kadrom ortaokul ve lise çağındaki bilgisayar tutkunu çocuklardı. Ve bu çocuklar, (Beşiktaş’ta çok geniş bir ofisimiz vardı) o ofisimizde ben onlara üç tane oda, üç tane salon tahsis etmiştim. Bilgisayarları da sıralamıştık önlerine. Bunlar okuldan çıktıklarında bize geliyorlardı. Bazen gece evlerine gitmekte zorlanıyorlardı. Babaları, “Artık gönder çocuğumu!” diyorlardı. Aramızda böyle bir dostluk, bir ilişki doğmuştu. Önlerinde bilgisayar var, ortam sıcak, kaloriferli, derli toplu bir ofis, çayı kahvesi de geliyor…

Ben: Bugünün internet kafe ortamı gibi…
AP: Evet, o zamanlar internet kafe yok, bilgisayar bile ofislerde doğru dürüst yok. Böyle bir ortamda çocuklar geliyorlardı, oturuyorlardı, yeni çıkan oyunların dağıtımını yapıyordum ben onlara. Mesela arcade oyunu seven bir çocuk, ona arcade oyunu veriyordum. Fantasy Role Playing oyunları sevene FRP oyunlarını veriyordum. Onlar bununla (derginin merkezinde veya evinde) oynuyorlar, ipuçlarını buluyorlar, ordan tespit ettikleri peek-poke’ları, şifreleri ediniyorlar ve bunu kağıda döküyorlardı. Yazdıklarını getiriyorlardı, ben onları edite ediyordum. Dergiye konulabilir yazı haline dönüştürüyor ve onu dergiye basıyordum. Ekran resimlerini de, Multi Ice diye o günlerde kartuşlar vardı, ekrandaki grafikleri JPEG’e dönüştüren programlarımız vardı, ekran grafik resimlerini de ordan indiriyorduk, kopyalıyorduk, onunla oyunun hem grafik resimlerini hem açıklamalarını koyuyorduk, bir de yazarın peek-poke adına özellikle vereceği bilgiler, ipuçları varsa onları da derginin bir köşesinde yayınlıyorduk. Bu şekilde çok sınırlı başlayan yazar kadrom bir ara 65’e çıktı. Artık tahammül edemez, onları zapt edemez hale dönüşmüştüm. Bu yüzden kızdığım, kovaladığım, “Sen artık gelme,” dediğim birçok kişi vardı. Aileleriyle de dostluğumuz vardı. Yani nihayet ortaokul çağındaki bir çocuk, “Nereye gidiyor bu?” diye annesi babası gelip merak ederdi. Gelip bakardı ortama, bazen başında otururdu, bazen onu beklerdi. Böyle çok anektodlarımız var… Mesela en enteresan şey, Profilo Holding’in patronu Jak Kamhi’nin oğlu vardı, Kerim. O da bir bilgisayar meftunuydu. Önce derginin okuyucusu olarak başladı. Sonra geldi, bizimle birlikte biraz yaşamaya, teneffüs etmeye başladı havayı. Sonra birgün dedi ki, “Abi, ben de yazmak istiyorum.” Dedim ki, “Hadi bakalım, dene.” Ama Kerim dergiye geldiği zaman korumalarıyla geliyordu. Muhteşem, son model bir jiple geliyordu ve iki tane koruma, birisi jipin önünde, birisi kapının önünde, birisi de Kerim’in ensesinde Kerim’i bekliyordu! Düşünebiliyor musunuz? Başka yere gönderildiği zaman 3-4 tane korumayla gönderilen çocuğu bizim oraya gönderildiği zaman, ben korumaları dışarı çıkarıyordum. Kapının önünden itibaren, “Siz içeri giremezsiniz,” diyordum. Kerim bizim içeriye girdiği zaman diğer çocuklarla kaynaşıyor, gerektiğinde oyun oynuyor, gerektiğinde şakalaşıyor ama bizden hiç ayrılmak istemiyordu. Mesela bir Orhan Cevher’imiz vardı. Orhan Cevher, çocukların kendisiyle çok şakalaştıkları birisiydi. Çok kalite bir oğlandı. Orhan Cevher geldiği zaman etrafına neşe saçardı. Bir Şahin’imiz vardı mesela, herkes onunla dalga geçerdi. Böyle çok hoş anektodlar var o günlerden aklımda kalan… Şunu anlatayım yalnız, Kerim, nihayet bir oyun verdim ona, basit bir arcade, onu yazdı getirdi. Yazıyı da düzenledim. Dergiye bastık. Derginin çıktığı ilk haftanın ilk cuma günü de yazarlara para ödeme günüdür. Yazarlar gelirler, sıraya girerler, herkes kaç tane yazısı varsa kelimesini sayar, kelimesi karşılığında para alır benden. Herkesin hesabını zaten muhasebeci çıkarmıştır. Paralarını alırlar ve güle güle harcarlar. Enteresan olan şu: Kerim geldi, (o gün galiba 60 lira tuttu karşılığı) 60 lirayı kendisine biz ödedik. Kerim kalktı gitti, evde şu olmuş kendi anlattığına göre: Varmış demiş ki, “Bu zarf bu da para,” “Ne bu?” demiş babası… Demiş, “Dergiye yazdığım yazıdan bana verilen telif ücreti para verdiler!” Öyle deyince babası ağlamış, daha sonra parayı çerçeveletmiş, duvara asmış. Geçen gün Kerim, Facebook’ta beni bulmuş, “Abi,” diyor, “duvara asılı param hâlâ duvarda asılı duruyor, yanında da evlilik fotoğrafım var!” (Gülüyor) Böyle güzellikler yaşadık… Ben, dedim ya, iflas etmeme sebep oldu, o işten zarar ettim, battım ama bana verdiği manevi tadı, manevi hazzı hiçbir şeyle ölçemem. O günlerin anlamı benim için çok büyüktür. O günlerde aramızda dolaşan o 65 çocuktan her biri bugün bilgisayar sektöründe bir genel müdür, genel müdür yardımcısı, pazarlama müdürü gibi üst seviyelerde, bu piyasada iş yapıyorlar. Bu da beni manen gururlandırıyor tabii. Ben: 64’ler’in tutma sebebinin, yazarların okuyucuların içinden gelmeleri ve kurdukları samimi diyaloglardan mı kaynaklandığını düşünüyorsunuz? AP: Evet, tek sır o. Bu dergiye benim katabildiğimden çok, yazarların kattıkları önemliydi. Çocukça bakıyordu meseleye, kendi çocuk penceresinden baktığı olayı, çocuk gibi değerlendiriyordu. Ben de dokunmuyordum ona. Onun penceresiyle yazıyı, bilgiyi, notu vermeye çalışıyordum ve seven de onun için seviyordu. Bir de, mesela, çok enteresan şeyler oluyordu: Barış Yalçınkaya diye bir çocuk vardı, o 1,5-2 ay gitti geldi bize, sonra birgün, “Ben bir oyun yazdım abi,” dedi. Getirdi. Baktım, işe yarar, aldım, düzelttim ve dergiye koydum. Abisi geldi ertesi hafta, “Nasıl onun yazısını yayınlarsın da benimkini yayınlamazsın?!” (Gülüyor) Mesela Serkan diye bir çocuk vardı, mahallelisi bizim dergiye yazar olmuş, “O oluyor da ben niye olamıyorum?” diye Avcılar’dan dergiye gelirdi. Böyle enteresan hatıralarımız da var tabii, o günlerle ilgili.

Ben: Biz okuyucular için 64’ler denince aklımıza gelen ilk kişi MAC’tir – Murat Adanç. Onun dergiye katılması nasıl oldu?

AP: Murat Adanç’ın bize katkısı çok büyüktür. Kulakları çınlasın, Allah işlerini rasgetirsin. Murat Adanç derginin, sanıyorum, 18. veya 19. sayısında, Indiana Jones sayfası yapmıştık, o sayıda geldi bize. Bir arkadaşıyla bize ziyarete geldi, işte “dergi yapıyorlar, nasıl yapıyorlar” filan diye. Kenara oturdu, böyle sessiz sedasız duruyor. Ama saçları uzun, çok uzun saçı var. Ben de gittim baktım, hiç konuşmuyor ya, gittim saçlarından tuttum çektim! (Gülüyor) Çekince, “Saçıma dokunma!” dedi bana. Dedim ki, “Çok mu değerli saçın?” “Evet,” dedi. Ben de dedim ki, “Eğer saçın çok değerliyse senin bilgin de değerlidir. Ne biliyorsun bilgisayarla ilgili?” “Birşeyler biliyorum,” dedi. Dedim, “Ne seversin?” “FRP severim,” dedi, Prince of Persia’yı oynadığını söyledi. O günlerde Lord Of The Rings’in ilki piyasadaydı, onu çok iyi oynardı. Çıkarken, saçını çektiğim bu adama dedim ki, “Benden kurtulamazsın, gel sen benden ayrılma.” Daha sonra Murat bizi sevdi, gelip gitmeye başladı. Ben ona derginin yanında bir ev tuttum. Kendisi İTÜ’de öğrenciydi. Kaldığı yurttan ayrılmasını sağladım. O evde artık gecelemeye başladı. Bir evi, bir düzeni oldu ama Murat’la 24 saatimizin 18’i, belki 20’si beraber geçiyordu. Bol bol oyun oynuyorduk. Bol bol dergi yapıyorduk. Derginin bütün grafiklerinde emeği vardır. Kendisiyle çok iyi günlerimiz olmuştur. Büyük katkı sağlamıştır dergiye. Daha sonra okuyucunun ilgisini görünce ona MAC Adventure diye bir köşe açtık sonunda. O da okuyucularıyla hasbihal etti. Kendine göre, hasbihal etmek değil de, “İçimi döküyorum orda,” derdi. Ama daha çok oraya bu FRP/adventure oyunlarıyla ilgili sorular gelirdi, onları cevaplardı. Dolayısıyla okuyucuyla böyle bir iletişimi de doğmuştu. Daha sonra dergiyi kapatmak zorunda kalınca, Murat da başka işler yaptı. Bir ara yine bizim derginin yazarlarından olan çocuklarla Gameshow diye bir oyun dergisi çıkardılar. Gameshow dergisine bir süre destek verdi. Sonra mutlu olmadı – ki Murat benden başkasıyla mutlu olmaz. Onun yapısını biliyorum. Bir sevgilisi vardı Almanyalı, sevgilisinin peşinden Almanya’ya gitti. Şimdi Almanya’da mı, Türkiye’de mi bilmiyorum. Neredeyse Allah selamet versin, Allah yolunu açık etsin.

Ben: Murat Adanç’ın katılımının ardından derginin içeriği daha esprili bir yöne doğru kaymaya başladı. Bu değişime bakış açınız ne oldu? Tepki verdiniz mi?

AP: Hayır, hayır… Özellikle böyle olmasını istedim. Neden? Çünkü yazarlar yazıları getiriyorlar, yazı gibi değil! Yani karman çorman birşeyler getiriyorlar. Bunları teker teker adam edip yazı haline dönüştürmek basit bir hadise değil. Murat’ın gelişi bu yükü büyük ölçüde üzerimden almıştır. Yazarlar arasında bir mücadele başlatmıştır. Yazarlara örnek yazılar verdik, “Böyle yazarsanız yazınız dergiye girecek, yoksa girmez,” dedik. Yazarlara çeki düzen vermek, onların da tembelliğini ortadan kaldırmak adına bir tasarruftur o, bence çok iyi olmuştur. Doğru da yapmışızdır zaten. Murat’la ilgili hep iyi şeyler söylerim, o günleri keşke bir daha yaşamak mümkün olsa…

Ben: Dergi okuyucularının çoğu Heavy Metalci olduğu için Heavy Metal’e kaymış dergi içeriği… AP: Evet, MAC Adventure bölümünde hep Heavy Metalciler ona mesaj atarlardı, hep onlar yazarlardı. Tabii o zaman e-mail bu kadar gelişmiş değildi. Bunların tamamı mektup marifetiyle yapılan görüşmelerdi. Bizim sokağımızın postacısı Memduh vardı. Adam, “Abi, bu dergiyi çıkardığın çok kötü oldu. Bunları taşımakta zorlanıyorum,” filan derdi. Ama çok güzel şeyler. O günleri anarken gözlerim yaşarıyor, mutluluğum hâlâ bir gram eksilmedi yani.

Ben: Bir sayınızda bir Megadeth posteri verdiniz. Bunun hikâyesini bir de sizden dinleyebilir miyiz?
AP: O, Murat’ın eseridir (Gülüyor). Nihayet biz dergiyi daha çok satmayı konuşuyoruz. Daha çok dergi satmak için ne gerekiyorsa onu yapmaya çalışıyoruz. Çok da poster verdik. Mesela bizim ilk posterlerimiz oyun posterleriydi, Ocean’ın, US Gold’un yeni çıkarttıkları oyunların posterlerini verirdik. Murat birgün geldi dedi ki, “Abi bak bir Heavy Metal posteri verelim, tirajımız nasıl artacak!” “Oğlum,” dedim, “Git, başımı derde sokma. Durup dururken nerden çıkmış bilgisayar dergisinin Heavy Metal posteri vermesi?” dedim. Dedi ki, “Ne fark eder? Ha onu bastırdın, ha bunu bastırdın… Bir deneyelim.” Denedik. Gerçekten hâlâ o Heavy Metal posterini konuşan, o günlerden kalan çocuklar var. Ben: Efsane bir poster olmuş durumda o. AP: Evet. Bir de o günlerde 1-2 tane kendi arasında toplanmış grup vardı. O gruplar için Murat Adanç ve o poster bir anlamda idol olmuştu! Konserlerinde posteri duvara asıyorlardı filan, böyle komik komik şeyler yapıyorlardı.Güzel günlerdi tabii ki…

Ben: Bu poster tirajı arttırdı mı peki?
AP: Birazcık etkiledi. Yani, mesela, benim en çok tirajımı arttıran şey Red Storm Rising oyununun klavye örtüsüydü. Commodore 64’ün üzerine kağıdı geçirdiğiniz zaman hangi tuş Red Storm Rising oyununda ne iş yapıyor, onun açıklaması vardı. O örtüyü geçiriyordunuz, hangi tuşa basarsanız ne yapacağınızı görüyordunuz. Posterden önceki ilk hareketimiz oydu. Red Storm Rising için verdiğimiz klavye örtüsü çok tutulmuş, çok sevilmişti. O yüzden, çok kötü bir oyun olmasına rağmen Red Storm Rising oyunu çok sevilmişti – ki oynaması kolaydı, herşey belliydi örtünün üzerinde.

Ben: Dergideki kararlar nasıl alınıyordu? Bir demokrasi var gibi görünüyor. Mesela ilk sayılarda derginin kağıt kalitesini okurlara danışarak belirlemişsiniz…
AP: Doğrudur, tabii… Yani bir dergiyi ayakta tutacak olan, okuyucularıdır. Biz o günlerde bir dergi çıkardığımızda önümüze çıkan sorun şuydu: Biz önce 1. hamur kağıt yaptık. Okuyucular 1. hamur kağıdı, “Pahalı, alamıyoruz,” dediği için de onlara anket yaparak 3. hamur kağıda döndük. Ama 3. hamur kağıda dönünce okuyucular bizi terk ettiler. Tekrar, onlar istemiş olmalarına, “Ucuz olsun,” demelerine rağmen, kağıdı tekrar değiştirmek zorunda kaldık ve bütün bu tecrübelerden sonra anladık ki bu dergi mutlaka ve mutlaka kuşe kağıt olmalı. 1. kalite ve parlak kuşe kağıt olmalı ve mutlaka full renkli olmalı. Mesela ilk sayılarda formanın ön yüzü renkli, arka yüzü renksizdir. Matbaacılık tekniğini bilen bilir, kağıt basılırken bir tarafı 4 renk, bir tarafı tek renk basılır. Katlandığı zaman insanlar onun her tarafının renkli olduğunu zanneder ama o bir tarafını tek renk basmanın getirdiği büyük bir avantaj vardır. Öyle de yapmıştık ama daha sonra ondan da vazgeçtik. Tamamını full renkli yapmaya başladık ve tamamını “trigromi” tabir edilen, matbaacılık sektörünün kullandığı bütün renklerde, tamamen bilgisayar marifetiyle hazırlayıp basmaya başladık. Mesela bu elimde duran, Monkey Island 2 ve A600’ü tanıttığımız 52. sayı var. [Sayfaları çevirerek] Bunda artık tamamen herşey derli topludur, renksiz hemen hemen hiç sayfamız yoktur. Renkli olmadığı sayfada da mutlaka yapma renk vardır. Böyle bir sistem uygulamaya başladık ama, tabii, en güzel tarafı da bunun batılı dergileri aratmayacak şekilde çok kaliteli olmasıydı. Ben: O zamanlar piyasada çıkan diğer dergiler hakkındaki fikirleriniz neydi? Mesela Commodore, Amiga Dünyası… AP: Amiga Dünyası bizden sonra çıktı. Amiga Dünyası’nın çıkış noktası da zaten 64’ler dergisinin çıkışıdır. Yani onlar, “Abdurrahman tek başına başarıyor da biz mi başaramayız? Niye Abdurrahman’a muhtaç olalım ki? Bizim zaten şirketimiz de var. Abdurrahman’ın şirketi de yok,” diye düşündüler. Amiga Dünyası’nı çıkaran, Lütfüler idi biliyorsunuz. Lütfüler’in bir teknik servisi vardı. Yazıcıoğlu iş hanında bilgisayar alışverişi yapan dükkanları vardı ve bize ilan veriyorlardı. “Niye biz ilan verip de Abdurrahman’a para kaptırıyoruz? Biz de bunu yaparız,” dediler. Başladılar, yaptılar ama gördüler sonra ki, bu iş, “Ben yaparım,” demekle olmuyor. Bir süre sonra battılar. Commodore dergisi zaten zararına çıkıyordu. Sadece Commodore’un satışlarını teşvik etmek adına yapılan bir operasyondu. Teleteknik şirketine ait bir dergiydi… Ben: Kâr etmiyor muydu kesinlikle? AP: Hayır. Kâr etmesi mümkün değildi, çünkü Commodore dergisini çok pahalı hazırlıyorlardı. Yazı veren herhangi birine fahiş paralar ödeniyordu. Yurdışından tercüme veya telif alınan yazılara çok büyük paralar ödeniyordu. Bir de, nihayet “Kavala Holding” diyorlardı, “Teleteknik” diyorlardı ve herkes onlara pahalı satmaya çalışıyordu işi. O yüzden Teleteknik’in dergisinin kâr ettiğini düşünmüyorum. Mesela o günkü şartlarda ben 1 milyara reklam alıyorsam, Teleteknik 5 milyara reklam alıyordu. Tabii kimse reklam veremiyordu. Baktılar, “Abdurrahman 1 milyara reklam alıyor da biz niye 500 bin liraya reklam vermeyelim?” dediler. Onu da değiştirdiler. İlan fiyatlarını onda bire düşürmüş olmalarına rağmen başarılı olamadılar. Ondan sonra ne olduğunu söyleyeyim ben sana: 64’ler dergisinin bu başarısını görünce Sabah grubu, Dinç Bilgin ve Aydın Doğan dergi çıkarmaya başladılar. Sabah grubu Sistem diye bir bilgisayar dergisi yayınladı. Aydın Doğan-Hürriyet grubu da PC World’ün Türkiye’de çıkarılması için çalışmalar yapmaya başladı. Ve o günkü konjonktürel değerde bunlar kendilerine göre dergiler çıkardılar. Ama hiçbiri uzun soluklu olmadı. Daha sonra da zaten PC World’ü de bıraktılar, başkaları aldı. Daha sonra İstanbul’daki fuarları yapan Rönesans Yayıncılık da bir dergi çıkardı. Özellikle her yıl yaptıkları Compex fuarlarına destek olsun diye dergi çıkardılar. Daha sonra BT diye bir dergi çıkarıldı… Onların hepsi 64’ler dergisinin onlara açtığı yoldan çıkan dergilerdir. “Bu oluyorsa, bu haydi haydi olur,” diye, “Biraz daha bilgisayar işine vakıf olan insanlara hitap edebilecek dergiler haydi haydi olur. Batıda da örnekleri var, Türkiye’de de bu olur,” diye düşünülerek yapılmış eylemlerdir ama ne Sabah grubu, ne Aydın Doğan grubu başarılı olamamışlardır bu işte. Bu iş gönül işidir çünkü. Gönlünüzü vermedikten sonra bu işi yapamazsınız. Biz gönlümüzü verdik, hatta paramızı da verdik. Sonuç: Sadece manevi bir huzurumuz var, o kadar.

Ben: Peki 1990’ların başında Türkiye’de 4-5 tane Commodore-Amiga dergisinin olduğu zamanları bize anlatır mısınız? Yani aranızda rekabet var mıydı? Ya da birbirinize yardımcı oluyor muydunuz?
AP: Ben, onlar benden ne destek isterse yapıyordum ama onlar bizi düşman ve rakip kabul ediyorlardı. Benim yazarlarıma telefon açıyorlar, “Oraya yazma gel bize yaz,” falan diyorlardı. Ben gitmek isteyene, “Hay hay yavrucum, git, hay hay, güle güle,” diyordum. Ancak gideni bir daha kapıdan içeri sokmuyordum. Bu yüzden sadece iki yazarım Amiga Dünyası’na gitti. Daha sonra geldiler, “Apo Abi biz büyük bir hata yapmışız,” dediler ama kapıdan içeriye giremediler. Ben: Siz o zamanki dergiler arasında 64’ler’e nasıl bakıyordunuz? Yani 64’ler’in konumunu nasıl görüyordunuz? AP: Ben 64’ler’i, çocuklara çocukça hitap ederek bilgisayarı sevdirmek amacıyla çıkardım. Çocuklara çocukça hitap etmek ancak bir çocuğun gözüyle yapılabilirdi, biz de bunu yapmaya çalıştık. O günlerde bizi eleştirenler de oldu, “Yahu, bilgisayar dergisi meselelere böyle çocuk gözüyle yaklaşır mı?” diye. Mesela biz o zaman Deluxe Paint’i kullanmanın sırlarını veriyoruz. Ne bileyim, filanca programın nasıl kullanıldığını anlatıyoruz. Başka bir sıkıntı da vardı tabii. Piyasada Commodore ve Amiga için hardware üreten firmalar vardı. Biz orda programın, software’in nasıl kullanıldığının bilgisini verince adam alet satamıyordu. Bize düşman oluyordu bu yüzden. Böyle sıkıntılar da yaşadığımız oldu, ama ordaki amacımız tümüyle o insanlara, o çocuklara çocuk gözüyle bilgi vermekti. Biraz daha geliştikten sonra seviyeleri yukarıya çıkacaktı, çıktı da zaten.
Ben: Şimdi 64’ler’e şöyle bir baktığımızda, sürüyle çocuğun arasında duran büyük bir adam olarak görünüyorsunuz. Hiç, “Ne işim var bunca zıpırın arasında? Ne yapıyorum ben?!” dediğiniz oldu mu?
AP: Yani, çok oldu. Üstelik en çok eleştiriyi de karımdan alıyordum (Gülüyor). Karım, “Çocuklar başı Deli Ömer” diyordu bana, ama ben yaptığımın doğru olduğunu bildiğim için onun bu konuda herhangi bir söz söylemesine veya herhangi bir şekilde eleştiri getirmesine izin vermiyordum. O çocuklarla beraber olmak da beni hiç rahatsız etmiyordu yani. Gerçekten, onlarla birlikte oyun oynamak, onlarla birlikte düşünmek, onlarla birlikte üretmek hoşuma gidiyordu. Mesela çocuklar yazılarının maaşlarını aldıkları gün, orda bir Define Büfe vardı Beşiktaş’ta, Define Büfe bayram ederdi! (Gülüyor) Çünkü çocukların hepsi hamburger, patates, ne olursa götürürlerdi. En çok şikayeti de, bir Fatıma Hanım vardı, (ofisin temizliğini yapardı) “Para verdiğin gün gelmek istemiyorum,” derdi, çünkü ortalık felaket bir şekilde çöp olurdu. Hoş günlerdi, güzel günlerdi…

Ben: Peki 64’ler’in kapanmasının sebebi neydi?
AP: Tamamen ekonomikti. 64’ler’i biz bir dağıtım şirketine veriyorduk – o günkü adıyla Gameda idi. Bir de kendimiz dağıtıyorduk. Türkiye çapında 168 tane bayimiz vardı. Bunların hepsi bilgisayar işi yapan insanlardı. Bunlara biz açık hesap dergiyi gönderiyorduk, onlardan dergiyi satmalarını, %25 kendi bayi komisyonunu aldıktan sonra gerisini bize göndermelerini istiyorduk. Ama sağolsunlar, arkadaşların hiçbirisi bu disipline uymadı. Dergimizi sattılar, paramızı göndermediler. Paramızın üstüne yattılar. Birçoğu telefonumuza çıkmadı. Birgün artık iyice nefret ettim, bindim arabama, İstanbul’dan itibaren Bursa, İznik, Eskişehir, Ankara, Sivas, Adana, Samsun… Bir Türkiye turu yaptım. Toplamam gereken paranın ancak %15’ini toplayabildim. Yani kapısına gidip, “Ver paramı!” dememe rağmen bilgisayarcı esnafından paramızı alamadık.
Ben: Yüzsüzlüğün bu kadarı!
AP: Evet, yüzsüzlüğün bu kadarı! Batmamızın tek sebebi o insanların paralarımızı bize zamanında düzenli ödememesidir. Şöyle düşünün: Geç kalan para beş para etmez. Piyasadan 100 milyar alacağınız var ama cebinizde 1 milyar yok ve bu 1 milyarı veremediğiniz için kağıt alamıyorsunuz. Matbaaya derginizi bastıramıyorsunuz, kiranızı veremiyorsunuz veya başka işlemleri yapamıyorsunuz. Böyle bir durum söz konusu oldu. En son çare olarak da, dediğim gibi Türkiye turuna çıktım ve herkese gidip, bizzat, kapısında alacağımı istedim. Onda da maalesef başarılı olamadık. Şu kadarını söyleyeyim: 1992 senesi rakamlarıyla batmış param 5,5 milyar lira falandır. Yani o günkü bu para bir holdingin cirosudur.
Ben: Milyar bu, milyon değil, değil mi?
AP: Milyar. Ha diyeceksin ki, 3-5 lira dergi parasıyla bu kadar para nasıl toplandı? Adam dergiyi bir yıl satmış, para vermemişse toplanır. En kötüsü de, Rengin Hanım diye bir arkadaşımız vardı, işi bayilerle koordinasyonu sağlamaktı. Kadın artık akraba olmuştu herbirisiyle. “Dergiyi gönderiyorum, parayı gönder… Dergiyi gönderiyorum, parayı gönder…” Maalesef bu disiplini sağlayamadık.
Ben: Peki herhangi bir yasal yöntemle hakkınızı kullanmanız söz konusu olabilir miydi? AP: Hayır, bu saatten sonra, yani “Bad’el harab-ül Basra” derler, dergi battıktan, dergiyi çıkaramaz duruma geldikten sonra gitsem o adamlara, “Verin lan paramı!” desem ne olur ki? Onun için hiç üzerinde durmadık ve ben dergiyi kapattıktan sonra tekrar mesleğe döndüm. HBB televizyonunda haber merkezi koordinatörü olarak televizyonculuğa başladım ve o gün bugündür televizyonculuk yapıyorum.
Ben: Yani 64’ler’in kapanması o zaman olan bir ekonomik krizden ya da benzer bir olaydan kaynaklanmıyordu…
AP: Hayır, hayır… Ekonomik kriz yok ki. Zaten bu dergi 3000 liraya satılıyorsa 2250 lirası benim, 750 lirası satan adamın. Satan adam dergimi aldı, sattı, parayı cebine koymayıp 2250 lirasını cebine koysa zaten sorun olmayacak ki. Düşünün, 8000 veya 10000 dergiyi gönderiyorsunuz, karşılığında sadece 1000 veya 1500 derginin parasını alabiliyorsunuz. Bu gelir 10000 derginin masrafını karşılamaz ki! Karşılamadı netekim. Kartopu büyüdü, büyüdü, büyüdü, öyle bir noktaya geldi ki artık dergiyi çıkaramaz hâle geldik. İtibarımız da yetmedi ve mecburen kapatmak zorunda kaldık. En acı tarafı da şudur: Dergileri, depoları boşaltıp kağıt olarak SEKA’ya verdim ve hüngür hüngür ağladım o gün. Yani olabilir birşey değil. Ben kötü birşey yapmadım, iyi birşey yaptım ama birkaç tane kötü niyetli adamın ordaki üç kuruşa tamah etmesinden dolayı maalesef bu güzel hizmet devam edemedi. Hadiseye şöyle bak: Türkiye çapında dergimi satan 168 tane bayi vardı. Bu bayilerin her ay bana ödemesi gereken ortalama para 300-350 milyon lira civarında. Gönderdiğim dergi ve aldığım para! Yani bazı çok alanlara da %40 tenzilatlı veriyorduk dergiyi. Böyle tavizlerimiz de vardı. Ama adama verdiğimiz derginin parası bize dönmediği, tamamen adamın cebine girdiği için de biz mağdur olduk. Ha, bu disiplini kuramaz mıydık? Kuramazdık, çünkü derginin satılıp satılmayacağı belli olmadan vatandaş ilk başlarda dedi ki, “Konsinye bırakın, satarsam ödeyeyim.” Ha, dergiyi kendisine gönderdiğimiz, bıraktığımız, daha sonra da, “Ben 46 tane dergi satıyorum, bana 46 tane dergi gönder,” diyen bir sürü bayim vardır. Mesela Kayseri’nin Pınarbaşı ilçesinde bir bayim vardı, “Benim 46 tane abonem var, bana 46 tane dergi gönder,” derdi, 46 dergiyi gönderirdim, iade hiç göndermezdi. Eskişehir’de mesela bir bayim vardı. Dergileri gönderdik gönderdik, adam hiç para göndermiyor. Gittim bastım dükkanını, dedim, “Nerde para?” çıkardı, dergileri gösterdi. “Oğlum,” dedim, “dergi buradaysa niye göndermiyorsun bana? Niye iade etmiyorsun?” Sonra baktım ki dergiler benim gönderdiğim dergiler değil. Ordan burdan derlemiş toparlamış, onları bana iade dergi diye gösteriyor. Bu da kötü niyet tabii ki. Böyle çok olay yaşadık ama derginin çarkının dönmesini sağlayacak mali disiplinimiz olmadığı için dergimiz batmıştır.

Ben: Peki bu olaylar yaşanmasaydı, dergi daha uzun yıllar çıkabilir miydi? Belki bugün bile devam edebilir miydi?
AP: Ben onunla ihtiyarlamayı düşünüyordum. Devam edebilirdi yani, bugünün bilgisayar teknolojisine hitap eden tarzda yeni dergiler yapmak isterdim, çünkü bu benim için bir idealdi, bir hedefti. Bunu yapmaktan hiçbir zaman kaçınmazdım ama ne diyelim, nasip bu kadarmış.

Ben: 64’ler kapandıktan sonra yeni bir dergi çıkarmayı düşünmediniz o halde.
AP: Yok, hayır. Düşünemezdim, çünkü benim o zaman reklam işlerim vardı, Beko ve Arçelik’in reklamını yapıyordum. Ordan gelen parayı bunun finansına kullanıyordum. Yani başka şirketimden kazandığım parayı da dergiye yatırıyordum. Bir mali kaynağımız vardı. Onun için dergi uzun süre yaşadı. Yoksa bu dergi ikinci üçüncü senesinde batardı zaten. Ama başka bir kaynaktan destekleme şansımız olduğu için daha uzun yaşayabildi. İnsanlar aldıkları 100 liranın 75 lirasını bana verselerdi böyle bir sıkıntı olmazdı. Hele hele 8642 adet satma rekoruna ulaşmış bir dergi için böyle bir sıkıntı hiç olmazdı. Yani biz paraları istifleyecek yer arardık. Ama dediğim gibi, para gelmezse, kağıt üzerindeki alacağın işe yaramıyor. Ve onların, belki herbiri kahramandır, herbiri kendine “Ben şöyle yaptım, böyle yaptım. Ben şöyle iyi insanım,” diyorlardır ama bana göre iyi insan değiller. Onlar Türk gençliğinin geleceğine ihanet ettiler, Türk gençliğinin geleceğine bomba koydular. Onun için onları hiç affetmiyorum. Hiç affetmiyorum!

Ben: Peki 64’ler’in ardından, “öğrencilerinizin” çıkardıkları dergileri takip ettiniz mi? Megamiga, Gameshow…
AP: Yani birçok deneyim oldu. Hatta öğrencilerimden biri geldi dedi ki, “Abi biz böyle bir dergi yapmak istiyoruz.” “Oğlum,” dedim, “bu işe kalkışma.” Onu da yazmış bir yere, geçenlerde birisi bana mail atmış. “Böyle bir işe kalkışmayın,” dedim. “Bu bilgisayar sektörü ile hiçbir iş yapılmaz. Bu sektör mali disiplini bilmiyor. Böyle bir işe kalkışmayın, benim gibi batarsınız.” O da aynen böyle yazmış, “Apo Abi bize böyle böyle dedi ama biz inanmadık, dinlemedik onu, böyle oldu,” filan diye. Böyle birşey olsun, isterim, ama dediğim gibi buradaki hedef, sizin beraber partneriniz olacak olan bilgisayar sektörüdür. Bilgisayar sektörü yeterli mali disipline ulaşmadığı sürece bunun olması mümkün değil.

Ben: Hâlâ eski dergileri çıkarıp okuyor musunuz?
AP: (Gülerek) Amiga’da oyun bile oynuyorum! Amiga 2000’im var evde, Amiga 1200’üm de var. Bir tane de 500’üm var ama 500’üm çalışmıyor, yani ne oldu bilmiyorum – belki uzun süre kenarda durmaktan… Hatta onu televizyonla kullanıyordum, televizyon adaptörü var. Seviyorum. Bir de Amiga çok güzel bir alet…

Ben: Hangi oyunları oynuyorsunuz en çok?
AP: Ben daha çok Fantasy Role Playing seviyorum, düşünmeyi gerektiriyor. Kafamı dinlendirmek için satranç oynuyorum. Chessmaster favorim. Çok fazla iddialı olduğum için değil de, dinleniyorum onu oynayınca, hoşuma gidiyor. Hâlâ dostluğum sürüyor yani. Onun odamda kenarda duruyor olması bana güven veriyor.

Ben: Günümüzdeki bilgisayar dergilerini veya oyun dergilerini alıp takip edebiliyor musunuz? AP: Hiç takip edemiyorum. Bir de günümüzdeki bilgisayar ve oyun dergileri dergi olmaktan çıktılar. Tamamı tercüme. Yani 64’ler dergisinin başarısı, tamamı Türk çocukları tarafından telif olmasıdır. Başarının kaynağı budur. Biz bu başarıyı telif olduğu için yakaladık. Şimdi piyasada çarşaf çarşaf çıkan dergiler var. Hepsi birbirinin aynı, çünkü hepsi batılı kaynaktan alıyor, tercüme ediyor, koyuyor. Şimdi “onda var, bende de olsun” mantığı var. Biz hiç “Commodore da var, bizim de olsun,” demedik. “Amiga Dünyası’nda var, bizde de olsun,” demedik. Biz, bize göre meseleye yaklaştık, başarımızın sırrı da oydu. Ben: Orjinal birşey ortaya koyduk, diyorsunuz… AP: Evet yani. Bizimki tamamen teliftir. Şimdi insanlara çok basit gelebilir. Bir çocuk bir oyunu alıyor, belki kırık bir oyun, yani orjinali de değil. Kırık olduğu için de farklı versiyonları olabilir – bir yere giremezsin, bir yere çıkamazsın… Ama nihayet o oyun piyasada varsa ve o oyunu Türk çocuğu kendine göre oynuyor ve yazıyorsa, bu bana göre teliftir. Ben öyle baktım meseleye ve öyle yaptığımız için başarılı olduk, diye düşünüyorum.

Ben: Bir de şuna değinmek istiyorum: 64’ler dergisinin yarattığı bir yazı ekolü var – “64’ler ekolü” diyorum ben buna. Bu 64’ler ekolü, ta 15-20 yıl öncesinden başlayarak bugün hâlâ devam diyor. Yani bugün çıkan bilgisayar dergileri hâlâ şu 64’ler dergisinin içeriğine benzemeye çalışıyorlar.
AP: Ulaştılar mı sence?
Ben: Bence hayır. AP: Hah! Sır burası. Neden? Çünkü burda samimiyet vardı, sadakat vardı, özveri vardı. Bugünkü insanlar meseleye bizim baktığımız gibi bakmıyorlar. Biz bu hadiseye Türk gençlerini bilgisayar dünyasına hazırlamak, batıyla arasındaki mesafeyi kapatmak için iyi niyetle yola çıktık ve böyle mücadele ettik. Şimdikiler, hesabını kitabını yaptığında kaç tane satarız, cebimize kaç para girer, diye düşünüyorlar. Yani onlarla aynı kulvarda değiliz. Onlar farklı hedefler peşindeler. Onun için ulaşacaklarını da sanmıyorum. Bizi yargılayanlar, yani, “Bu ne boktan dergi,” diyenler o günün şartlarında nasıl yapılmış, ona baksınlar. Atatürk büyük insandır, neden? Çünkü Kurtuluş Savaşı şartlarında Türkiye’yi bir Kurtuluş Savaşı’na götürmüştür – ve başarmıştır! Büyüklük esas burdadır. Biz bu dergiyi bugünkü şartlarda çıkarmaya kalksak, bundan daha basit ne var ki yani? O günün şartlarında bu dergiyi bu hale getirebilmek kahramanlıktı. Biz onu yaptık. Bugün hâlâ senden duymak da hoşuma gidiyor yani. Bu derginin seviyesine ulaşamamış olmaları da hoşuma gidiyor.

Ben: Peki sizce 64’ler farkında olmadan Türk oyun dergiciliğinin şeklini mi belirledi, yoksa hitap ettiği kitle gözönüne alınarak, zaten böyle mi olması gerekirdi?
AP: Hayır, ben 64’ler dergisinin yeni bir gençlik gürühu yarattığını düşünüyorum. Farklı düşünen, farklı bakan ve çevresini de bu şekilde etkileyen yeni bir gençlik, yeni bir jenerasyon yarattığını düşünüyorum. Bu jenerasyondur ki, o günlerden kalan çocukların her biri bilgisayar sektöründe önemli yerlerinde hizmet görmektedirler. Bugün Microsoft’un İstanbul’daki ofisinde, başka bir sürü uluslararası bilgisayar şirketinde bizim yazarlarımız var. Gerçi beni arayıp sormuyorlar ama olsun! Ben biliyorum. Şimdi, mesele şu: Bu bir ufuktu, bir bakıştı, bir hedefti. Biz ne diyorduk? Türk çocuğunun batıyla arasında olan mesafeyi kapatmak istiyoruz. Kapattık. Bugün Türk çocuğu batıyla arasında çok fazla eksik, mesafe görmüyor. Dolayısıyla başarılıyız (veya ben öyle düşünüyorum, kendimi kandırıyor da olabilirim!)

Ben: Ben, 64’ler’in Türkiye’de çıkan en önemli oyun dergisi olduğunu düşünüyorum – gerçekten orjinal birşey ortaya koyduğu için ve bir ekol yarattığı için. Kendi içinden Murat Adanç gibi “idol” olabilecek isimler yarattığı için çok büyük bir dergi. Bunları sizin yanınızda olduğum için söylemiyorum. Bu benim düşüncem ama her kimle konuşsam, bu konu hakkında benzer düşüncelere sahip.
AP: Teşekkür ederim. Commodore, Teleteknik ve Türkiye…
Ben: Ben biraz da o zamanki bilgisayar piyasasının durumu hakkında sormak istiyorum. Siz o zamanlar Teleteknik hakkında ya da Türk Commodore/Amiga piyasası hakkında neler düşünüyordunuz? Geleceğini nasıl görüyordunuz?
AP: O günkü mesele, dediğim gibi, batıyla Türk gençliği arasında olan mesafenin kapatılmasıydı. Bence olması gereken de oydu. Teleteknik ise bu işe sadece ticari olarak bakıyordu. Amaçları “Şu harika alet” mantığıyla herkese bir Commodore satmaktı ve Commodore sattıktan sonra işleri bitsin istiyorlardı. LED ayarı, kafa ayarı, “bu oyun çıktı, şu oyun çıkmadı” tartışmasının dışında olmaya çalışıyorlardı hep. Ticari olarak da başarılıdır; Teleteknik operasyonu bence Commodore’ları Türkiye’ye getirip satmak adına çok başarı kazanmıştır. Çok da zengin olmuşlardır, çünkü hafızam beni yanıltmıyorsa 49 liraya alınan Commodore, Türkiye’de 176 liraya satılıyordu. Çok fahiş bir fiyata satılıyordu. Ben: Bu, Doğubank fiyatı değil, Teleteknik fiyatı, değil mi? AP: Teleteknik fiyatı… Doğubank’ta sattırmıyorlardı ki, anında baskın yapıyorlardı.
Ben: Ben Doğubank’tan almıştım Commodore 64’ümü…
AP: Herhalde sen son zamanlarına denk gelmişsindir. İlk zamanlarında, Teleteknik’in bu konuda işi gücü baskın yaptırmaktı. Dışarda satılmasına kesinlikle izin vermiyordu. Bir de başka birşey vardı: Bilgisayar ya, bizim insanımız korkuyordu. Garantisi yok, şu olur, bu olur, bozulur… Teleteknik, kendi satmadığı alete teknik hizmet vermiyordu. Osman Kavala’ya birgün dedim ki, “Niye 3 kat fiyattan da pahalıya satıyorsun Commodore’u?” Dedi ki, “Reklam giderlerim var.” Kendini avuttuğu gerekçesi buydu ama Commodore da Türkiye’de çok pahalı satıldı ve çok para kazandılar satıştan.
Ben: Ona rağmen çok sattılar…
AP: Şimdi şöyle birşey var. Bir ürüne, mesela sigaraya siz “pahalı” diyebilir misiniz? Kafanızda oluşmuş bir fiyat vardır, “Bu 4 liradır,” gibi… Önünüze bir sigara getirseler 3 liradan, şüphe edersiniz, “Bu kaçak mı acaba?” diye. Veya “Sırrı nedir ki gerçek fiyatından ucuza satılıyor?” dersiniz. Böyle birşey oldu. Teleteknik ilk Commodore’u getirdiği zaman, Türkiye’de bir fiyat oluştu ve sanıldı ki gerçekte bunun fiyatı budur. Daha sonra, Teleteknik’in çok satmaya başlamasının ardından Doğubank uyandı. Naklihane ile Commodore’lar getirmeye ve yarı fiyatına satmaya başladılar. Ama Teleteknik, “Garanti vermiyorum onlara,” deyince de hele hele bir de Doğubank’a ve diğer kurumlara baskı yapmaya başlayınca yine o 176 liralık fiyat oturdu. Oturduğu için de sanıldı ki, sigara fiyatı gibi bu bir nominal değerdir. Yani, “kibritin fiyatı 1 liradır, bu da 176 lira” gibi kabullendiler insanlar meseleyi. Biraz da bu, hadiseyi etkiledi, ama Osman Kavala çok para kazandı bu işten. Çok para kazandı…

Ben: Peki sizce Teleteknik’in o zamanlar Commodore’u ya da Amiga’yı tanıtmak için yaptıkları icraatler, (çıkardıkları dergiler olsun, Commodore Show’lar olsun) yeterli miydi?
AP: Bu icraatler bence onların söylediklerinin karşılığı değildi. Şimdi Commodore Show’ları düşün… Commodore Show’lar, orda stand kiralayan herkesin bedelini ödediği şovlardı. Commodore Show’lar, Teleteknik için kazanç vesilesiydi. Yani Commodore Show’da, Marmara Oteli’nin lobisi kiralanıyor, diyelim 100 liraya, ama katılan firmalara Teleteknik 150 liraya satıyordu orayı. Yani şovu düzenliyor düzenlemesine de, düzenlerken de artı para kazanır durumdaydı. Katılımcılardan aldığı paralarla zaten masrafından fazlasını kazanıyordu. Bir de şov düzenliyor olmanın keyfini yaşıyordu… Teleteknik Commodore için hiçbir şey yapmamıştır – derginin dışında. Dergi, evet, Teleteknik için hep zarardır, hep zarar olmuştur, çünkü derginin hiçbir zaman çocuklara hitap eden, onlara sıcak gelen bir konusu olmamıştır.
Ben: Biraz ciddi bir dergiydi, mesafeli…
AP: Ciddi de değil de, şöyle diyelim: Tanıtım broşürü gibi birşeydi Commodore dergisi. Tanıtım broşürü gibi olması insanlara soğuk geliyordu. O yüzden hiçbir zaman insanlar ona ısınmadılar. Onlar da sözleşmeyi yapmışlardı Batı ile, dergiyi sürekli 3000 adet basmak zorundaydılar. Pahalı da bastırıyorlardı.
Ben: Dergi basmak gibi bir zorunlulukları vardı yani…
AP: Tabii, temsilcilik verirken anlaşma da yapmışlardı. O anlaşmanın maddelerinden biri de oydu. Dergi çıkarılacak, en az 3000 adet basılacak, gerekirse bedava dağıtılacak ama mutlaka bu dergi değerlendirilecek… Bence Teleteknik’in tek zarar ettiği şey derginin finansıydı, ama onun dışında, dediğim gibi Commodore’dan ve Commodore Show’lardan hep para kazanmışlardır. Dolayısıyla operasyonel olarak yanlış birşey değildi bu.
Ben: Teleteknik’in hataları var mıydı sizce? Yani, “daha farklı yapılabilirdi” diyebileceğiniz ne olabilirdi?
AP: Teleteknik, meseleye tamamen ticari yaklaşıyordu. Bir oyun aleti, oyun konsolu diye yaklaşıyordu. Bundan daha büyük hata olmaz bana göre. Bizse, “Bilgisayar nesli çocuklarının batıyla arasındaki mesafeyi kapatmamız lazım,” diye bakıyorduk. Benim ne bir şirketim vardı, ne Teleteknik gibi ithalatçıydım, ne de başka birşey… Ha, ithalatçı da oldum. Ankara’da Nokta Dış Ticaret Ltd. diye bir şirket vardı. Türkiye’de telif hakları gündeme gelince İngiltere’deki firmalardan telif haklı (orjinal) oyun getirmek üzere Nokta Dış Ticaret’le bir işbirliğine gittik. Nokta Dış Ticaret, temsilciliklerini aldı, oyunları getirdi, biz de dergi olarak pazarlamasına çalıştık. Ama o işlerde malesef başarılı olamadık – ki bize verilen oyunların fiyatıyla Türkiye’de satılan (korsan) oyunların fiyatı arasında dağlar kadar fark vardı. Şöyle bir hatıram var: Ocean’ın bir pazarlama müdürü buraya geldi. Gelişinde bu vatandaşı Beyoğlu’na götürdüm. Beyoğlu’nda bir kitapçıya girdik. Kitapçıda dedim, “İstediğin müzik albümü, bilgisayar oyunu, ne istiyorsan al.” Gitti, bir tane müzik albümü aldı. O günkü parayla bir milyon iki yüz bin ödedi. Dedim, “Bu İngiltere’de kaç para?” Dedi, “En azından 15 pound.” Ankara’ya götürdüm. Ankara’nın en pahalı yerinde, Tunalı Hilmi’de yine bir müzik markete götürdüm, “İstediğini al,” dedim. Orda Chopin’in bir eserini buldu, onu aldı. Ona da bir milyon iki yüz bin lira ödedi. “Bak,” dedim, “Sen bunu İngiltere’de alsan şu kadar, burda bu kadar. Türk halkının alım gücü ve ona mal satmanın sırrı buradan geçiyor. Şu oyunları bize ucuz verin, biz de Türkiye’de ucuz satalım.” İkna oldu, ama Ocean yönetimi, “Hayır,” dedi. “Biz zaten Türkiye pazarını çok ciddi bir pazar olarak görmüyoruz. Bir anlamı yok,” dediler ve oyunları Türkiye’ye 24,99 pound’dan satmaya kalktılar ve tabii ki satamadılar! Dolayısıyla Nokta Dış Ticaret de battı ve bizim de bu konuda verdiğimiz mücadele başarısız kaldı. Ama o günlerle ilgili yaptığım çok önemli ve bugün “tarih” olan bir çalışma, Türkiye Büyük Millet Meclisi, Kültür Bakanlığı ile bir telif hakları kanunu hazırlıyordu. Telif hakları kanununun içerisine ilk defa CD’yi, disketi ve bilgisayar oyunlarında da telif hakkının olduğunu ben koydurdum madde olarak. Komisyonun üyesiydim. Gökhan Maraş’tı, kültür bakanı. Türkiye Büyük Millet Meclisi’ndeki toplantıya katıldık ve orada CD’nin, disketin ve bilgisayar oyunlarının da bir fikir ve sanat eseri olduğunu ilk defa 4110 sayılı kanuna koydurduk. 5846’yı değiştiren kanuna madde olarak eklettik. Bügün eğer bilgisayarla ilgili bir telif hakkından bahsediliyorsa, o gün yapığımız o eylemden dolayıdır. Dolayısıyla bugün bundan para kazanan ya da bu işten menfaatlenen insanlar, o yıllarda Abdurrahman Pala’nın yaptığı çalışmanın veya o gün yaptığı doğru işin meyvesini yemektedirler. İlk defa Türkiye’de bilgisayarda, diskette, CD’de ve bilgisayar oyunlarında da telif hakkı oluşabileceğini kanuna koydurdum orda.
Ben: 64’ler’i çıkartırken ayrıca kitap da çıkartmışsınız Safa Yayınları adı altında. Bende bir Amiga Programcının El Kitabı baskısı var. Bundan başka kitap çıkarttınız mı?
AP: Üç tane daha kitabımız var. [Amiga Programcının El Kitabı’nı göstererek] Bize aynı zamanda yazı yazardı bu iki çocuk, Bahadır’la Burak. O günlerde bu kitap çok önemliydi ve bu kitap olmalıydı. Onun için cebimden finanse ettim bunu, öyle bastırdım. Yazarların telif haklarını ödedim, paralarını verdim. Kitaptan zarar etmedim. Yani büyük para kazanmadım ama zarar da etmedim.
Ben: Diğer kitaplar ne üzerineydi? AP: Onlar da bilgisayarla ilgiliydi. Birisi Commodore için Programcının El Kitabı’ydı. Dr. Ali Özçelik diye bir arkadaşımız vardı. Kendisi tıp doktoru ama kitap yazmıştı. Assembler yazardı dergide. O assembler kitabını bastık. Bir de Programcının El Kitabı diye Commodore’cular için bir tane bastık. O kitapları yalnız dergiyle birlikte parasız verdik. Dergiye gelen giden insanlara verirdik. Orda önemli olan faydalı olmaktı, orda bir ticari amacımız olmadı. Ama bu kitabı Burak’la Bahadır çok iyi çalıştılar, hazırladılar. Bunu bastık ve sattık aynı zamanda. Ha, zarara uğradığımız bir mesele de budur. Adam bizden kitap almıştır, parasını ödememiştir.
Ben: Hep aynı problem aslında…
AP: Evet, hep aynı problem. Aslında kitap işi çok kazançlı bir iştir. Yani bir kitabı 100 liraya mâl edersiniz, 1000 liraya satarsınız. Dolayısıyla ben bu kitaptan zarar etmedim. 6000 bastık, 4000 filan sattım bundan. Bayağı sattık. 1500-2000 tanesinin parasını aldık, o para da zaten maliyetini karşıladı. Bize ordan herhangi bir zarar gelmedi. Hepsini alsaydık tabii ki daha iyi olacaktı ama muhatap olduğumuz kitle aynı olunca, aynı sıkıntı orda da kendini gösterdi.
Ben: 64’ler’in kapanışından sonra televizyon işiyle uğraştınız… Şu an hâlâ aynı işle uğraşıyorsunuz galiba…
AP: 64’ler’i kapattığım zaman bol miktarda borcum vardı. Hacizler kapımdaydı. Haciz memurları evimden buzdolabını, çamaşır makinesini götürmüştü ve ben o aşamada dergiyi ve reklam ajansını kapattım. HBB televizyonunun kuruluşunda görev aldım. Oraya çok iyi bir paraya transfer oldum. “Gel bu işi yap,” dediler, ben de oraya gittim. HBB televizyonunda 4,5 yıl çalıştım. Oradan aldığım parayla bütün borçlarımı ödedim. Allaha şükür şimdi, “Abdurrahman’ın o günden bana borcu vardır,” diyecek adam yok.
Ben: …ama sizin alacağınız olan çok kişi var.
AP: Onları alacağım olarak görmüyorum. Artık hayal üzerine kurulan bir düzen olur, onun için konuşmanın alemi yok. 1997 senesinde TGRT televizyonuna transfer oldum. 2001’de Yücel Yener TRT genel mdürü olunca, onun danışmanı olarak İstanbul Televizyonu’nda çalıştım. 2003’te Yücel Yener emekli olup genel müdürlükten ayrılınca yerine gelen genel müdür benim akdimi yenilemedi, “Seninle çalışmak istemiyorum,” dedi. Onun üzerine Tercüman gazetesine gittim, orada gazetecilik yaptım. Daha sonra Vatan Televizyonu diye bir televizyon kurdum uydu kanalı olarak. Bir senedir de burada (MMC TV, Berat TV, Arma TV var içinde) Medya Team haber dairesi başkanıyım, aynı zaman da Berat TV genel yayın yönetmeniyim.
Ben: Son olarak klasik bir soru sorayım, unutamadığınız anılarınız var mı 64’ler’e dair?
AP: Çok var, çok var da düşününce aklınıza gelmez biliyorsunuz… [Burada bir süre düşünüyor] Birgün Taksim-Şişli güzergahında dergi dağıtıyoruz. Bir bilgisayarcı var Halaskargazi caddesinde, yolun üzerinde durdum, elemanım var, Ahmet, dergiyi götürecek, bilgisayarcıya teslim edip gelecek. O sırada polis memuru geldi, dedi ki, “Burada duramazsınız, ceza yazmam lazım size.” Dedim, “Ben gazeteciyim, şöyleyim, böyleyim…” ama adama ne dediysem ikna edemedim bir türlü. Son olarak adama bir tane 64’ler dergisi çıkardım verdim. “Bak,” dedim, “dergimiz bu.” Adam dergiyi aldı, bize ceza yazmaktan vazgeçti! (Gülüyor) Çok hatıram var, ama iyi hatıra yok aslında. Yani çocuklarla yaşadıklarım, iyi günlerim var ama 64’ler’le ilgili hatırladığım herşey paramı alamadığım bilgisayarcılar, paramı ödemeyen iş sahipleri… O yüzden, “Aklına ne geliyor?” dediğinde onlar geliyor. O yüzden çok mutlu olamıyorum. O günkü konjonktür değerler itibariyle kendi kavgalarını bizim dergiye sıçratmaya çalıştılar. Amiga Dünyası’nı çıkarmaları, ona destek vermeleri filan, bir sürü sıkıntı olmuştur… Bir insan şunu söyleyebilir mi: “Ona parasını vermeyin, derginin parasını ödeyeceğiz diyin, ödemeyin. Dolayısıyla Abdurrahman batsın.” Bu, söylenebilir mi? Ama bu piyasa bu lafı söyledi. Bizzat A kişisi B kişisini telefonla aradı ve dedi ki, “Abdurrahman’dan dergi al, kitap al, parasını verme, ona zarar olsun.” Dolayısıyla dergi deyince aklıma bunlar geliyor. Bu yüzden bunları hatırlamak istemiyorum. En üzücü tarafı da dergileri kamyona yükleyip de SEKA’ya gönderdiğim gündür. Ben iadelerin tamamını topluyordum, çünkü Commodore’la Amiga’yla yeni tanışan birisi, eski dergileri almak istiyordu. Yani depomuzda eski sayılar vardı. Takım yapıp satıyorduk. Güzel şeylerdi bunlar tabii, ama sonuçta dergi kapandıktan sonra depoda dergilerin durmasının bir alemi yoktu. Hepsini SEKA’ya göndermek gerekti. Kamyon getirdik, kamyona yükledik ve ben orda uzun süre ağladım. Sonuçta dergi deyince, dergiler SEKA’ya giderken ağladığımı, çocuklarla çok mutlu geçirdiğim anları ve bana parasını ödemeyip bir şekilde bana zarar veren, derginin batmasına vesile olan bilgisayar sektörünü hatırlıyorum. Bu röportaj 26 Ocak 2008 günü yapılmıştır. Yukarıdaki yazı ve fotoğraflar Deniz Can Çelik’e aittir. İzinsiz kopyalayıp kullananın dergisi batsın inşallah! Son olarak Abdurrahman Abi, eğer sizi duygulandırdıysam, kusura bakmayın

Bir cevap yazın

Your email address will not be published.

*